Prof. Dr. Gökhan Çetinsaya'nın ardından boşalan YÖK Başkanlığı koltuğuna Prof. Dr. Yekta Saraç oturdu. YÖK üyeliğine ilk olarak 2005'te Bakanlar Kurulu kararıyla atanan Saraç, kurum tarihinin en genç üyesi olmuştu. 3 dönem üst üste atanan tek üye unvanına da sahip Saraç, Prof. Dr. Ahmet Necdet Sezer ve Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanlığı döneminde atandı. İsmi 10 yıldır bu koltuk için geçen Saraç, son olarak Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan tarafından YÖK Başkanı olarak seçildi. Saraç, Erdoğan'ın Cumhurbaşkanlığı Sarayı'nda kendisini çağırıp görev vermesinin hemen ardından ilk kez geldiği YÖK'teki odasında Hürriyet'e konuştu:
* Devletin diğer kurumlarında 'Paralel Yapı' operasyonları yapılıyor. Yükseköğretim'de ise bu operasyonların olmadığı, sizin bu görev için seçildiğiniz yönünde iddialar var. Bu konuda bir telkin aldınız mı?
Belki bu sorular, dışarıdan YÖK'e başkan olarak atanan birine sorulabilirdi. Bana sorulduğunda yanlış oluyor. Zira ben 10 sene önce YÖK'e üye seçildim. Bugün farklı anlamda kullandığınız 'paralel'in o zaman sözlük anlamı dışında bir anlamı yoktu. Evet, elbette bizim düşündüğümüz operasyonlar da var. Temel bilimlerle ilgili mevcut sorunlara karşı operasyon yapacağız, akademik yükseltilmelerin adil ve meşruiyet zemininde olmasını sağlamak için operasyon yapacağız. Orta vadedeki en önemli operasyonumuz ise kalite kurulu kurulması için olacaktır. Bizim gündemimizdeki operasyonlar bunlar ve benzerleridir. Bu operasyonlar da kesin olacak, zamanlı olacak, kamuoyu önünde cereyan edecek. Biz yükseköğretim kurumlarında bulunan öğretim elemanlarının huzursuzluğunu değil, huzurunu istiyoruz. Bize yapılan telkinler ise yükseköğretim çıtasını yükseltmek için gayret sarf etmemiz ve sonuç almamız yönündedir.
* Başkanlık koltuğuna oturur oturmaz 14 üniversitenin rektör seçimiyle ilgileneceksiniz. Kriterleriniz ne olacak?
Rektör seçimi 3 aşamada yapılır. Üniversitelerde seçim yapılır, meşrudur. Yükseköğretim Kurulu'nda seçim yapılır, meşrudur. Cumhurbaşkanlığı tarafından seçim yapılır, meşrudur. Her 3'ü de yasal zemine dayanmaktadır. Bu aşamaların sadece ilkini meşru zemin kabul etmek yanlıştır. Olur ki bir üniversitede öğretim üyeleri şu veya bu sebeple, mesela insani ilişkilerinin iyiliği dolayısıyla bir kişiye rektör olarak teveccüh edebilir. Fakat ikinci aşamada seçim yapılırken öğretim üyelerinin memnuniyetinin yanı sıra mesela o üniversitede kamu kaynaklarının doğru harcanıp harcanmadığına da bakılır. Bu sadece bir örnek. Dolayısıyla her aşamada aynı bakış açısının korunmasını beklemek doğru olmayabilir. Kaldı ki Yükseköğretim Kurulu'nun performansını sadece rektör seçimleri ile değerlendirmek çok yanlış. Fakat rektör seçimine dair uygulamanın tekrar gözden geçirilmesi gerektiği hususunda herkes hemfikir.
* Tıp ve hukuk eğitimine önem veriyorsunuz. Bu konuda bir planınız var mı?
Sağlıkla ilgili iki önemli program var: Tıp ve hukuk programları. Bireyin sağlığı ile ilgili tıp fakültelerimiz var. Devletin sağlığı ile devlet kurumlarının sağlıklı şekilde yürütülmesi, kurumların ahenkli bir işleyişe sahip olması, devlet kurumları ile bireylerin sağlıklı bir ilişki kurabilmeleri ile ilgili hukuk fakültelerimiz var. Biri devletin, diğeri bireyin sağlığıyla ilgili. Bu iki programın en iyi şekilde yürütülmesine dikkat etmeliyiz. Ayrıca her iki programla da ilgili paydaşlarımız var. Hukukta Adalet Bakanlığı, sağlıkta Sağlık Bakanlığı'nın görüşlerini ve kendi yetki alanlarındaki planlamalarını dikkate almak durumundayız. Bu programların sosyal ayağında ise Tabipler Odası ve barolar var. Onların da görüşleri önemli. Bireyin ve devletin sağlığıyla ilgili bu iki programın sıhhatli bir şekilde yürütüldüğünden toplumun bütün kesimlerinin emin olması lazım. Zaten bu iki programda işler iyi gitmiyorsa yükseköğretimin diğer alanları ile ilgili konuşmaya gerek kalmaz.
Ayrıca son yıllarda hukuk, tıp programlarına kaydolan öğrencilerdeki başarı sıralamalardaki makas gittikçe açılıyor. Tıp artık ilk 60 binden öğrenci alıyor. Bu değerlendirilmesi gereken bir durum. Ayrıca devlet üniversitelerindeki hukuk fakültelerindeki kapasite daralmaya, vakıf üniversitelerinde ise artmaya başladı. Bu böyle giderse yükseköğretimin kamusal hizmet yönünün tartışılması gündeme gelir. Bizim bunların üzerine gidip, çözmemiz lazım.
* Sizden önceki Başkan Çetinsaya, üniversitelerin suskun olduğundan, tepki göstermediğinden şikayet ediyordu. Siz ne düşünüyorsunuz?
Kabul edelim, üniversitelerimizde toplumsal hadise ya da meselelerle ilgili konuşma isteksizliği bulunuyor. Bunun birden fazla sebebi var. Fakat bunun susturulma ile ifade edilmesini yanlış görüyorum. Bu durum dün de vardı, bugün de var. Bu, bizim üniversite geleneğinin tam yerleşmemesiyle ilgili. Aslında eğitim tarihimizin kadim bir geleneği var ama üniversite kültürü dediğimiz olgu daha yeni Türkiye'de. O kültür daha henüz yerleşmedi. Elbette üniversite hocasının, bir toplumsal meseleyle ilgili görüş açıklama ve eleştiri getirme ile siyasi figürlere hakaret etmeyi iyi ayırması gerekir. Kısacası 'Susturulmuşluk' ifadesi ancak siyasi bir söylem olarak değerlendirilebilir.
* YÖK'ün imaj sorunu olduğunu düşünüyor musunuz? İmajı değiştirmeyi düşünüyor musunuz?
Çok büyük beklentilerin ve birbirinden çok farklı taleplerin olduğu bir kurumun imaj sorunun olmaması zaten düşünülemez. Fakat bazı yanlış uygulamaların bu imaj sorununu daha da derinleştirdiğini de kabul etmek gerekir. Yine de meselelerin çözümünde imaj endişesi karar alıcıları popülizme de yöneltmemelidir, diye düşünüyorum.
3 CUMHURBAŞKANI TARAFINDAN ATANIP, 3 BAŞKAN İLE ÇALIŞTIM:
İlk YÖK üyesi atamam Sayın Ahmet Necdet Sezer, sonra Sayın Abdullah Gül zamanında iki defa daha atamam yapıldı. En nihayet YÖK Başkanlığı'na Sayın Recep Tayyip Erdoğan tarafından seçildim. Dolayısıyla 3 cumhurbaşkanının tensiplerine mazhar olduğum söylenilebilir. Sanırım 3 dönem üst üste YÖK üyesi atanan bir başka öğretim üyesi yok. Ayrıca uzun süredir YÖK'te olmanın insana kazandırdığı bir tecrübe de söz konusu. Sayın Erdoğan Teziç, Sayın Yusuf Ziya Özcan ve son olarak Sayın Gökhan Çetinsaya zamanında YÖK'te bulundum. Çeşitli komisyon başkanlıkları ve başkanvekilliği görevlerini yaptım. Hem Teziç Hoca'dan, hem de Yusuf Ziya Hoca'dan öğrendiğim şeyler oldu. Her ikisinin de çalışma üslubu birbirinden farklı olmakla birlikte, onların dönemlerindeki üyeliğimin bana katkı sağladığını düşünüyorum. Teziç Hoca'nın konulara yaklaşımdaki ciddiyetine, Yusuf Ziya Özcan Hoca'nın da en sıkıntılı zamanlardaki rahat, hoşgörülü tavırlarını hala hatırlarım. (Erdoğan Teziç ise Prof. Dr. Yekta Saraç için şunları söyledi: Yekta Saraç, benim YÖK Başkanlığım sırasında Genel Kurul'da her zaman inanç ve ideolojik zemine kaymadan akademik ölçülere bağlı olarak eleştirilerini yapardı. Görüşlerimiz pek çok noktada farklı olmasına rağmen onun bu yönünü hep takdir ederim. Kendisi bu konuda öteki arkadaşlara da öncülük etti.)
POPÜLİST YAKLAŞIMLARDAN UZAK DURMALI:
Kurallara riayet etmeliyiz. Kuralları doğru bulmayabiliriz, eleştirebiliriz. O takdirde bu kuralları dejenere etme, dolanma, muvakkaten unutma yerine usulüne uygun olarak değiştirme seçeneğine yönelmemiz lazım. Özellikle eğitim öğretim konularında bizim bütünüyle keyfilikten uzak durmamız gerekiyor. İdarenin 'evet' deme görevi olduğu kadar, 'hayır' deme görevi de var. Kamu yararı bazen taleplere 'evet' demekten, bazen de 'hayır' demekten geçer. Bizler siyasetçi değiliz. YÖK gibi kurumlarda bulunanların popülist yaklaşımlardan uzak durması lazım. Ayrıca adil olmalıyız. Elbette en önemlisi bütün kararların meşruiyet temelleri üzerinde yükselmesi lazım. Fakat bu düşüncelere sahip insanlar nedense artık günümüzde kuralcı ve katı olarak algılanıyor.
EDEBİYATÇI KİŞİLİĞİM İLETİŞİMDE İŞİME YARIYOR:
Edebiyat aslında insanı insan yapan değerleri öne çıkarır, onun maddi yönüne değil ruh dünyasına, duygu dünyasına yönelir. Hayatı, dünyayı yorumlamasına zenginlik katar. Konu eğitim öğretim olunca bu edebiyatçı kimliğimizin yaptığımız işe olumlu katkı sağladığını, belki de insanların kuralcı ve katı olarak tanımladığı tavırlarımı dengelediği söylenilebilir.
ATANMAMDA BELKİ DE YAPACAKLARIM KADAR YAPMAYACAKLARIM DA ETKİLİ OLDU:
Ben bugün 1-2 saat önce YÖK Başkanı olarak atandım. Yarın YÖK Genel Kurulu var. İnşallah yönetimde hiçbir kesinti yaşanmayacak ve genel kurulumuz gerçekleşecek. Diğer bir ifade ile belki de bu göreve atanmamda, neleri yapacağım kadar yapmayacaklarım da etkili olmuş olabilir diye düşünüyorum. Önce YÖK üyelerini tanıma toplantıları ve görüşmeleri, daha sonra bu kurumun kurumsal yapısını, dairelerini tanımaya çalışma, brifingler alma, bölge toplantıları yapma, sonra rektörlerle tanışma toplantıları, daha sonra yükseköğretiminin sorunlarını tanımaya çalışma, bunlarla ilgili şahsi tecrübe oluşturmaya çalışma. Bunlar YÖK başkanları için aylar değil yıllar alıyor. Bunları yapmayacağım. Türkiye'nin, Türk yükseköğretimin sorunlarının belli olduğunu düşünüyorum, mesele bu sorunların çözümü için neyi nasıl yapacağınız.
EĞİTİMDE REFORM DENİNCE İKİ KEZ DÜŞÜNÜYORUM:
Yükseköğretim sorunu tabiri kendi içinde olumsuz bir algı oluşturuyor. Bizim yükseköğretim sorunumuz yok, bir düşünürümüzün ifadesiyle 'maarif davamız' var. Önümüzdeki meselelere dirayet, cesaret ve samimiyetle yaklaşmamız gerekir. Reform tabirinden, özellikle eğitim öğretim konu olunca tedirgin oluyorum. Yükseköğretim, köklü değişiklik kararı alınırken 40 kere düşünülmesi gereken bir alan. Çünkü eğitimde reform aslında toplumun bütün kesimlerinde uzlaşı aramayı gerektiren, verilere dayalı, uzun vadeli bir çalışmayı gerektiriyor. Bir şahsın, hatta bir ekibin kendi tasarımları ile yükseköğretimde reform diye nitelendirilecek köklü değişikliklere imza atma acullüğüne yönelmemesi lazımdır. Onun için yıllardır 'reform' yerine 'yeniden yapılanma' tabirini kullanıyorum. Eğitimde atılan yanlış adımların telafisi kolay olmaz, zaman açısından maliyeti sanıldığından daha da ağır olabilir. Bizim yöntemimiz mütevazi bir üslupla belli sorunları çöze çöze yürümek olacaktır. Bu iyileştirilen konular birbiri ile ilişkili konular olacaktır. Daha sonra iyileştirilen küçük parçalar, birleşerek daha büyük parçalara inkılap edecek. Bu süreci başlatabilirsek inşallah kısa bir müddet sonra hissedilebilir bir iyileşme göreceğimize inanıyorum. Kısacası eğitimde kökten değişiklikler yerine her zaman için tedriciliği esas alan, tashih edici, ikmal edici bir yöntemin doğru olduğunu düşünüyorum.
TEMEL BİLİMLER EN ÖNEMLİ MESELELERİMİZDEN BİRİ:
Temel bilimler; matematik, fizik, kimya, biyoloji bunlar diğer bilimlerin de temelini teşkil ediyor. Temel bilimlerde büyük bir sorun yaşanıyor ama sadece son yıllarda patlayan kontenjan boşluğu dile getiriliyor. Bu meselenin kolayca halledilebilecek yönü. Asıl sorun benim kanaatime göre, bu temel bilimlerde taban puan oluşmadığından barajı aşabilen herkesin bu programlara girilebilmesi. Bu duruma müdahale edilmezse en yakın dönemde mühendislik programları bundan olumsuz etkilenmeye başlayacak. Bu sorunun üzerine gitmeyi düşünüyoruz.
KALİTE KURULU OLUŞTURACAĞIZ:
Orta vadede Kalite Kurulu için yasal bir zemin oluşturmamız lazım. Yükseköğretim Kurulu girdi kontrolü yapıyor. Çıktı kontrolü de yapar görünüyor. Aynı kurulun hem girdi, hem çıktı kontrolü yapması doğru değil. Biz istiyoruz ki çıktı kontrolünü yapan, bizimle ilişkili ama paydaşların yer aldığı bir kurul oluşturalım. Ama daha önce düşünüldüğü gibi YÖK'ün içinde bir daire şeklinde olmasın. Çünkü kendi aldığımız kararların sonuçlarının kendimiz tarafından değerlendirilmemesi lazım. Aldığımız kararların bağımsız bir kurul tarafından değerlendirilmesinin zeminini oluşturacağız.
Bu akademisyenlerden, uzmanlardan, akreditasyon konusunda tecrübesi olanlardan, ilgili kurum temsilcilerinden ve iş çevreleri de dahil geniş bir ölçekte diğer paydaşlardan oluşacak. Öğrenci temsilcileri de bu kurulda kendilerine yer bulmalı. Bu, yıllardan beri söylenir fakat YÖK, Kalite Kurulu yetkilerinde kendisine ortak çıkar endişesi ile bu işe cesaret edememektedir, biz bu cesareti göstereceğimizi düşünüyoruz.
KONTENJAN POLİTİKASI GÖZDEN GEÇİRİLECEK:
Kontenjan politikasını yeniden gözden geçireceğiz. Aynı altyapı ile devlet üniversiteleri az, vakıf üniversiteleri fazla kontenjan istiyorlar. Talepler gerçekçi olmayınca YÖK bu talepleri kendi değerlendiriyor ve üzerinde kalem oynatıyor. Fakat diğer taraftan verilen yüksek kontenjanların eğitim öğretimin niteliğini olumsuz yönde etkilememesine de dikkat etmek gerekir. Ayrıca bu kontenjan taleplerinin niye azaltıldığı, çoğaltıldığı hususunda bu talepleri ileten üniversiteleri bilgilendirilmede bir eksiklik olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.
ÖĞRENCİLER İSTEDİĞİ BÖLÜMDE OKUYABİLMELİ:
Öğrencilerin istedikleri bölümde okumalarına o bölümlerin gerektirdiği yetkinlikten vazgeçmeden imkan tanıyacak düzenlemeler yapmamız lazım. Son yıllarda onun için yatay geçişleri kolaylaştırdık. Bir öğrencinin memnun olmadığı bir programda okumasının yıpratıcı, tahrip edici etkisinden öğrenciyi korumamız lazım. En büyük sorun arz-talep dengesizliği. Aslında arzımız var ama talep belli alanlarda yoğunlaşıyor ve problem burada başlıyor. YÖK olarak son yıllarda öğrencinin talebini iyi okunmadığını, talep etmedikleri bölümlerin kendilerine arz edildiği maalesef bir gerçek. Halbuki öğrenci artık bilinçli olarak bölümleri seçiyor. Herhangi bir yere değil, istediği üniversitenin istediği bölümüne girmek istiyor.
ÜNİVERSİTELERİN TİCARİLEŞTİĞİNE YÖNELİK ELEŞTİRİLERİ DİKKATE ALMALIYIZ:
Üniversitelerin, yükseköğretimin ticarileştiğine yönelik ciddi eleştiriler var. Bu eleştirileri dikkate almamız lazım. Çünkü bu üniversite kültürümüzün, daha olgunlaşmadan yozlaşmaya başlamasını ifade eder. Eskiden üniversite mezunu münevver, aydın, entelektüel demekti. Şimdi bunun yerini iyi ücretle iş bulabilen, iş bitirici kişi profili alıyor. Üniversite hocası için de aynı türden eleştiri var. Hoca öğrenci ilişkisi bilinenden başka tür bir ilişkiye dönüşüyor. Halbuki girişimci hoca da ömrünü öğrenci yetiştirmeye adayan hoca tipi de değerli. Birisi için diğerinin değeri yok sayılmamalı. Üniversitelerimiz girişimci kimliği oluşturmalı ama bunun yanı sıra pragmatist değil kültürlü, aydın vatandaşlar yetiştirmeyi de temin etmeli. Üniversitelerin eğitim, araştırma ve topluma hizmet fonksiyonları vardır, denildikten sonra bunlardan sadece birisinin öne çıkarılması üniversiteden beklenilenler ile ilgili toplumda yanlış bir yönlendirme ve şartlandırma da yapıyor. Halbuki üniversitenin varlığı, bütün faaliyetleri ile zaten toplum içindir, öyle de olmalıdır.