Türkiye geçtiğimiz hafta sağlık ekonomisinin önemli isimlerinden Danimarka Southern University öğretim üyesi Prof. Kjeld Moller Pedersen'i ağırladı. Çoğumuzun bildiği gibi Kuzey Avrupa ülkeleri sağlık konusunda son derece iyi işleyen bir sisteme sahipler.
Bizim de Prof. Pedersen ile kısa bir görüşme yapma olanağımız oldu. Kasım 2010'da başlatılacak olan aile hekimliği sistemi çerçevesinde Türkiye'nin sağlık hizmetlerinin nasıl bir yapı kazanacağı, deneyimlerine dayanarak nasıl bir yol izlememizin daha uygun olacağı konularında görüşlerini aldık. Pedersen, öncelikle Danimarka'nın sağlık konusunda neden başarılı olduğu sorusuna "her ülkenin kendine göre özellikleri var, bu nedenle bir sistemi alıp diğerine doğrudan model olarak yerleştiremiyorsunuz" şeklinde bir yanıt verdi. Buna karşılık sağlık sisteminde yükü özelleşmiş hastanelerden alan bir seçme mekanizmasının özel bir önem taşıdığını belirtti. "Gate keper" olarak adlandırılan bu hizmet grubu daha çok pratisyen hekimlerden ve aile hekimlerinden oluşmakta. Toplumun sağlık sorunlarının yüzde 90'ı bu şekilde çözülebilmekte, bu aşamada çözülemeyecek sorunlar (örneğin cerrahi müdahale gerektiren durumlar, komplikasyon gelişmiş tablolar) hastanelere sevk edilmekte. Danimarka'da genel pratisyenler ve aile hekimleri tıp eğitimi sonrası hastanelere rotasyona gönderiliyorlar ve genel hekim özelliğini kazanıyorlar. Dolayısıyla bunlar her şeyden biraz bilmek zorundalar. Ancak bu sistem Danimarka'da yaklaşık yüz yıldır işlemekte. Danimarkalılar kendi doktorlarını seçme şansına sahip, bir doktor yaklaşık 1500 kişinin sağlığından sorumlu. Doktorların sabit bir ücretleri var, baktıkları hasta başına da ayrıca bir ücret alıyorlar, ancak kan testi gibi tetkiklerden ayrıca ücret almıyorlar. Benzer sistem ingiltere, Norveç, Hollanda gibi ülkelerde de uygulanmakta.
Bütün nüfus kapsanacak kaliteden ödün verilmeyecek Pedersen, Türkiye'de hedeflenen değişikliğin de doğru olduğunu vurguladı. Hastaneler üzerindeki yükü azaltmak için genel pratisyenliğin (bizdeki yapılmak istenen karşılığı aile hekimliği) desteklenmesi gerektiğini savundu. 2001 Dünya Sağlık Örgütü Türkiye verilerine bakıldığında gözlemlenen olumsuz tablonun da daha yakın zamandaki OECD, Dünya Bankası verileriyle karşılaştırıldığında düzeldiğinin, ancak en önemli ölçütün nüfusun bütününün sağlık sistemi tarafından kapsanıp kapsanmadığı olduğunun da altını çizdi ve özellikle ülkenin az gelişmiş bölgelerinde doktor sayısının yeterli olması gerektiğini sözlerine ekledi. Ancak sağlık sorunlarının çözümünde kaçınılmaz unsurlardan biri de bütün bunların birlikte yapılması. Yani "bir ucundan başlanz, sonrası gelir" şeklindeki yaklaşım yeterli değil, üstelik kaliteden de ödün vermemek gerekiyor. Danimarka sağlık alanında araştırma, yayın gibi verilere bakılınca da iyi bir konumda.
Sağlık hizmetleri genel olarak pahalı değil, yönetim sağlık harcamalarının kontrolünde de başarılı. Türkiye için önerileri de genel pratisyenlik, aile hekimliği yaklaşımının sürdürülmesi.
Prof. Pedersen buna karşılık, ödemelerin hastanede kalma süresi gibi unsurlara değil, yapılan işe karşılık yapılması gerektiğini söylüyor.
Aile hekimliği sistemi mevcut sorunu karşılayabilecek mi?
Doğrusunu isterseniz Prof. Pedersen'in önerdiği modele katılmamak mümkün değil, hatta aslında bizde de benzer bir sistem işletilmeye çalışılıyor, fakat bir önemli fark var. Bizde özellikle Tıpta Uzmanlık Sınavı (TUS) sonrasında yetişen pratisyen hekimlerin genel bilgi düzeyleri yeterli olmanın çok gerisinde, dolayısıyla artık yükü "gerçekten" kaldırabilecek "gate-keeper" özelliğine sahip değiller. Sağlık Bakanlığı da durumun farkında, genel pratisyen hekimlerin örneğin diyabet tedavisinde analog insülinleri ya da yeni kuşak ilaçları reçete etmelerini yasaklıyor. Sağlık Bakanlığı'nın bir türlü güvenemediği pratisyen hekimlerin sadece bir haftalık kursla nasıl aile hekimine dönüşebilecekleri sorusu yine açıkta kalıyor. Üstüne üstlük, bizde sağlık ocakları sistemi de benzer bir felsefe zemininde kurulmamış mıydı?
Sağlık ocağı belli bir nüfustan sorumlu olacak, özellikle koruyucu hekimlik çalışmalarına (aşılama, hamilelerin takibi, nüfus planlaması vb.) ağırlık verecek; çözülemeyecek sorunları da hastanelere yönlendirecek.
Kasımda uygulamaya konulacak olan sistemin bundan nesi farklı? Biz size söyleyelim, hiçbir şeyi. Mesele doktor sayısının değil, "mesleğini iyi bilen doktor sayısının" yeterli olamaması. Siz bunlara ister aile hekimi deyin, isterse uzman, "hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?"
Dünya Gazetesi
Yavuz DİZDAR
[email protected]