3 Şubat 2011 tarihli Akşam Gazetesinin manşetinde “Ben prof’um başka kapıya” başlıklı haber dolayısıyla hem hastanemizdeki durum, hem de konuyla ilgili kişisel düşüncelerim hakkında kamuoyuna açıklamam yapma gereği duydum.
Öncelikle belirtmeliyim ki, Hastanemizde Tamgün Yasasıyla ilişkili kurumsal bir eylem söz konusu olmamıştır. Öğretim üyelerimiz önceden nasılsa, bugün de mesleki sorumluluklarının gereği olan eğitim, öğretim, bilimsel araştırma ve sağlık hizmetleriyle ilgili görevlerini sürdürmektedirler. Haberde bazı öğretim üyelerimizin kapılarının kilitli olduğundan bahsediliyor ki bu doğaldır. Öğretim üyesi ders anlatmaya, laboratuara uygulama yaptırmaya, servise vizite, ameliyathaneye operasyon yapmaya, endoskopiye müdahale için gittiğinde odasını kilitler. Öğretim üyesi odasında oturup, kapısını çalan her hastayı muayene etmekle görevli değildir. Özel hasta muayene ettikleri günlerde de öğretim üyelerimiz her hastayı her zaman kabul etmeyip, ders, bilimsel çalışma, ameliyat vb görevlerinden kalan uygun zamanlarında sınırlı sayıda hastayı randevu ile kabul etmişlerdir. Servis veya poliklinik konsültanı olan öğretim üyelerimiz ise, kendilerine danışılan her hasta için gereken sağlık hizmetini vermektedir. Sadece acil servisimizde değil, tüm tanı ve tedavi birimlerimizde hizmetlerimiz kesintisiz sürdürülmektedir.
Tam gün yasasının üniversite hastanelerinde 31 Aralıktan itibaren uygulanmaya başlamasına rağmen, YÖK’ün ilgili yönetmeliği halen yayınlayamamış olması, bu alanda bir boşluk ve belirsizliğe neden olmuştur. Hekimler ve hastalarımız önlerini görememekte ve süreçten kaygı duymaktadırlar. Yayınlanacak olan yönetmelikle öğretim üyelerimize yapılacak ek ödemelerle ilgili usul ve yöntemlerin belirlenmesi; sağlık hizmetleri, eğitim-öğretim ve bilimsel araştırma faaliyetlerinin performans hesaplamalarında nasıl dikkate alınacağının netleştirilmesi, kurumların ve çalışanlarımızın yeni sisteme nasıl adapte olabilecekleri hususundaki endişelerini kısmen azaltacaktır. Ancak öğretim üyelerimizin asıl endişeleri, sadece yönetmelikle çözülemeyecek başka konularla ilgilidir.
Öğretim üyelerimizi endişelendiren, tam gün çalışma veya hastalardan alınan özel katkı payının kaldırılması değildir. Hastanemizde Tam gün yasası zaten daha önceden de uygulanmaktaydı. Zira, öğretim üyelerimizin sadece %5 kadarı kısmi statüde görev yapmakta, %95’i yıllardır tam zamanlı çalışmaktadır. Özel hasta potansiyeli olan öğretim üyelerimizin oranı da toplam içinde %15-20 kadardır. Hastalarımızın ödediği özel katkı toplamı, döner sermaye gelirlerimizin %5-6’sı kadardır. Yani büyük kentlerdeki emsallerinden farklı olarak, Hastanemiz yeni duruma daha hazır gibi görünmektedir.
Ne var ki, öğretim üyelerimizin çoğunluğunun aylık geliri; tıp fakültesinden mezun ettikleri aile hekimi yetkisi verilmiş bir pratisyen hekimin eline geçenin 1/2 ile 2/3’ü kadardır. Bu hiçbir koşulda kabul edilebilir bir durum değildir. Öğretim üyeleri olarak yeni durumda bu düzeyin de korunamayacağı ve ciddi gelir kaybına uğrayacağımızdan endişe etmekteyiz. Çünkü, döner sermayemize özel katkı girdisi ortadan kalkmış, ancak bunu dengeleyecek herhangi bir tedbir alınmamıştır. Bu endişeyi giderecek adımlar atılmalı ve öncelikle Üniversite hastanelerinde eğitim yapan tıp fakültesi öğrencileri, asistanlar, yüksek lisans ve doktora öğrencileri, sağlık yüksekokulu ve sağlık meslek yüksekokulu öğrencilerinin uygulamalı eğitimlerinin finansal yükünü karşılamak adına üniversite hastanelerine cirolarının yüzde 30’u civarında bir kaynak genel bütçeden aktarılmalıdır.
Bu uygulamayla “özel hasta/diğer hasta”, “özel ameliyat/sıradan ameliyat” ve “Parayı verirsen bugün, vermezsen 20 gün sonraya randevu” gibi savunulması etik olarak mümkün olmayan ayrımcı uygulamalar ortadan kalkacaktır. Öğretim üyesi ile hasta arasına para konusunun girmesi önlenecektir. Öğretim üyelerimizin eğitim, araştırma ve sağlık hizmeti alanlarındaki emeklerinin karşılığında hak ettikleri, makul bir ücretlendirme ve adil bir performans sistemi getirilebilirse, her hasta özel hasta, her ameliyat özel ameliyat olabilecektir. Bu uygulama karşısında bize düşenin “Devlet hak ettiğimi varsın vermesin, ben eksiği vatandaştan çıkartırım” anlayışı yerine, “emeğimin karşılığı tam olarak ödensin” gibi daha tutarlı bir yaklaşım olduğuna inanıyorum.
Gerçekte öğretim üyelerimiz tamgün veya özel katkının kalkmasından değil, yeni durumda olası mağduriyetimizi önleyecek tedbirlerin halen alınmamış olmasından endişelenmektedirler. Yeni sistemde mesleki statüsüne yakışır –en azından aile hekimine kıyasla makul- düzeyde gelir sağlayamaz isek, öğretim üyemiz mutsuz olacak ve işine, hastasına, öğrencisine yeterince konsantre olamayacaktır. Bu durum, hastalarımızın öğretim üyelerimize ulaşmalarını ve onların mesleki bilgi, beceri ve deneyimlerinden optimal düzeyde yararlanmalarını olumsuz olarak etkileyebilecektir. Tam aksine, performansa dayalı ödemelerinin çok iyi düzeylerde yapılabildiğini varsaydığımızda da olumsuz bazı sonuçlar ortaya çıkabilir. Öğretim üyelerimizin gelirlerinin büyük kısmını performansa dayalı ödemelerin oluşturması durumunda, sadece daha çok performans getiren işlere odaklanma ve aşırı çalışma sonucu hem çalışan hem de hasta güvenliğinin riske edilmesi gibi sakıncalar doğabilir. Öğretim üyelerimiz mesleki gelişimlerini sürdürmeye dönük yurtiçi ve yurt dışı kongre ve kurslara katılmaktan ve hatta yıllık iznini kullanıp, tatil yapmaktan sarfı nazar edebilir.
Bu olası sakıncalar performans uygulamalarından vazgeçilmesini gerektirmez. Döner sermaye ödemelerinde birim ve bireysel performansın esas alınacağı yeni uygulama, çalışanlarımızın motivasyonu; hastalarımızın aldıkları hizmetten memnuniyetlerinin sağlanması; kaynakların verimli kullanılabilmesi ve maliyet/etkinliğin sağlanabilmesi için mutlaka gereklidir. “Bazı üniversite hastanelerinde bir anabilim dalında 4-5 yıl uzmanlık yapan asistanların tanışma imkanı bulamadığı” söylenen öğretim üyelerinin varlığından bahsedilmektedir (!). Eğer söylenenler doğru ise, dışarıda (muayenehanesinde, özel sektörde) başarıyla ve çok yoğun koşullarda hizmet veren bu eğitimli ve deneyimli kadronun sisteme aktif olarak kazandırılması için tamgün çalışma; makul ücret ve adil/motive edici bir performans sistemi gerekmektedir. Ancak performans ödemeleri, kişinin toplam gelirinin büyük kısmını oluşturmamalıdır. Yani öğretim üyelerimiz, akademik ve mesleki yetkinliklerinin gereği sosyal statülerine yakışır şekilde temel bir gelir elde etmeliler, bunun üzerine %30-40 gibi performansa dayalı ödeme alabilmelidirler. Ek ödemelerin emekliliğe yansıması sağlanmalıdır. Performans uygulamalarının adil ve hakkaniyet ölçüleri içerisinde olması, meslek etiğini ve iş barışını bozmaması; sadece niceliksel ölçütlerin esas alınıp, kalitenin, niteliğin göz ardı edilmemesi gereklidir. Aşırı çalışmanın önlenmesine dönük tedbirler (mesai dışı çalışma saatlerinin sınırlanması ve bu çalışmaya ödenen primlerinin mesai içine göre yüksek olması gibi) alınmalıdır. Öğretim üyelerimiz ve araştırma görevlilerimizin nitelikli bilimsel etkinliklere izinli değil, görevli olarak, yolluk ve yevmiyeleri ödenerek katılımları sağlanmalı ve yıllık izinlerde gelirlerindeki dramatik düşme engellenmelidir.
Tam gün yasası ile öğretim üyelerimizin kısmi statüde çalışma ve hastaların ödediği özel katkılardan pay almaları mümkün olmayacaktır. Bu kayıpların yerinin ise performans uygulamalarından kendilerine ödenecek gelirlerle doldurulacağı öngörülmektedir. Ancak öğretim üyelerimiz bunun gerçekleşeceğine inanmamaktadırlar. Öğretim üyelerimiz Mart 2011’de çocuğunun okul ücretini, arabasının evinin taksitini, kredi kartı borcunu ödeyemez duruma düşmekten korkmaktadır. Ülkemizin ekonomisi, en ileri düzeyde eğitim almış, her biri alanında en yüksek düzeyde uzmanlaşmış 10 bin tıp fakültesi öğretim üyesine bu kaygıları yaşatmayacak kadar kötü müdür? Üniversite Hastanelerinin ekonomik olarak yaşadıkları sorunlar ve döner sermaye gelir/gider dengesindeki negatif durumdan dolayı, öngörülen ek ödemelerin pratikte asla gerçekleşemeyeceği kaygısı mevcuttur. Nitekim daha birkaç ay öncesinde iflas etmiş 22 üniversitemizin döner sermayelerine devlet 400 milyon TL civarında bir para aktarmak zorunda kalmıştır. Diğerleri de iflas etmek için sıraya girmiş durumdadırlar. Bu durumdaki döner sermayelerin çalışanlarına tatmin edici düzeyde ek ödeme yapması olası görünmemektedir. Verimlilik artışıyla da bu durumun değişmesi mümkün değildir. Çünkü, üniversite hastaneleri, SGK’nın ücretlendirme ve geriödeme politikalarıyla baktıkları her hastadan, yaptıkları her işlemden ve verdikleri her hizmetten dolayı zarar eder hale gelmişlerdir. Son 2-3 yılda hastanemizde ayaktan veya yatırılarak tedavi ettiğimiz hasta sayılarımız 2-2,5 kat artmasına rağmen borçlarımız giderek artmıştır. SGK irrasyonel ücret politikasıyla, hastalarımıza hizmet verdiğimiz için adeta bizi cezalandırmaktadır. Zarar etmemek ve maliyetleri düşürmek uğruna altyapı, personel, malzeme, teknoloji ve hizmet kalitesi üzerinden yaptığımız azaltmalar, hasta güvenliğini riske atacak noktalara dayandığı halde, olumsuz geri gidişi durdurmak mümkün olmamıştır.
Bu uygulamanın başlamasıyla birlikte Üniversite hastanelerinin ekonomik durumlarının düzeltilmesi için aylardır konuşulan, ancak bir türlü gerçekleştirilemeyen tedbirler acilen alınmalıdır ki, kanunda öngörülen ödemeler öğretim üyelerimize yapılabilsin ve hekimlerimizin endişeleri giderilsin, uygulamaya gönüllü katılımları sağlansın ve ne hastalarımız ve ne de hekimlerimiz mağdur olmasınlar.
Bunların başında üniversite hastanelerinin hasta profilini ve yüksek maliyetlerini dikkate alan rasyonel ücretlendirme politikaları benimsenmeli; SUT’a göre oluşturulan faturalar için SGK, üniversite hastanelerine 1.3 katsayısı ile çarparak ödeme yapmalıdır. Çünkü, Üniversite hastanelerinin kabul ettiği hastalar, diğer sağlık kurumlarında tanı konulamamış, tedavi edilememiş, riskli, yaşlı, ek hastalığı olan, unstabil, komplike, tanı-tedavisi zor hastalar olup, bu olgulara çok sayıda, ayrıntılı, ileri, pahalı tetkik ve girişimler uygulanmakta olup; hasta başına düşen personel, tüketilen zaman, verilen emek, harcanan malzeme, kullanılan cihaz, uygulanan teknoloji, diğer hastanelere göre çok daha fazladır. Özellikle öğretim üyelerinin bizzat yaptığı muayene ve gerçekleştirdiği işlemler için daha tatminkar bir ödeme yapılmalıdır.
Diğer taraftan Üniversite hastanelerinin ürettiği döner sermayeden yüzde 5-7 oranında bilimsel araştırma fonuna kesinti yapılmakta ve bu kaynak döner sermayeye katkısı olmayan tüm birimlerce kullanılmaktadır. Hakkaniyete uymayan bu durum düzeltilmeli ve devlet, araştırma, geliştirme faaliyetleri için üniversitelere farklı kaynaklar bulmalıdır.
Üniversite hastanelerinin kadrolarının giderek boşalmasına yol açan personel politikasının sonucunda, bu hastanelerde personel yükü (4-b ve hizmet alımı) döner sermayelerin üzerine kalmıştır. Bu yük genel bütçeye aktarılmalıdır.
Bu bağlamda üniversite hastanelerinin döner sermaye gelirlerinden yapılan hazine kesintisinin 2011 yılı için %1’e indirilmesi yerinde bir uygulama olup, aslında bu kesintinin tümüyle kaldırılması gerekmektedir.
Üniversite hastanelerinin ekonomik sorunları, sadece öğretim üyelerimizi değil, araştırma görevlilerimiz, hemşirelerimiz ve diğer çalışanlarımızı da, diğer hizmet hastanelerindeki emsallerine kıyasla ciddi bir ekonomik mağduriyete maruz bırakmaktadır. Talep edilen bu önlemler alındığında tüm çalışanlarımızın sorunları da çözülebilecektir.
Uzun zamandır çok çeşitli platformlarda dile getirdiğimiz ve yetkililer tarafından da haklılığı kabul gören bu tedbirlerin acilen alınmasıyla Tamgün yasasının uygulanmasıyla ilgili endişeler giderilecek; hem hastalarımızın hem de öğretim üyelerimizin memnun olacakları bir durum elde edilebilecektir. Hastalarımız cebinden ödeme yapmadan nitelikli bir sağlık hizmeti alabilecek; paralı/parasız hasta ayrımcılığı ortadan kalkacak; hasta ile-hekim arasına para girmeyecek; öğretim üyelerimiz de mağdur olmayacaklardır.
Prof. Dr. Tevfik ÖZLÜ
KTÜ Farabi Hastanesi Başhekimi