Araştırmacı-Yazar Beşir Ayvazoğlu: Tahtakale 16. yüzyılın ortalarından beri kahvehaneciliğin merkezidir. İlk açılan kahvehaneler insanların rahatlıkla sosyalleşebildiği mekanlar olduğu için rağbet görüyor. Kahvenin siyasi bir hüviyeti de vardır. Çünkü bu mekanlar hür bir ortam, herkes istediğini söyleyebiliyor. Kahve Avrupa’ya İstanbul’dan gittiği için "Türk içeceği" olarak kabul ediliyor. Yahya Kemal'den Ahmet Hamdi Tanpınar'a, Orhan Veli'den Nazım Hikmet'e, Faruk Nafiz Çamlıbel'den Orhan Kemal'e kadar birçok şair-yazar Küllük Kahvesi'nin müdavimiydi. Yahya Kemal çayı tercih eder. Hiçbir şiirinde kahveye yer verdiğini görmedim. Ahmet Haşim de öyledir. Peyami Safa ise kahvecidir
***
Soru: Türkler kahve ile ne zaman ve nasıl tanıştı?
Ayvazoğlu: Bu, uzun bir maceradır. Kahvenin Yemen’de keşfedilip, daha doğrusu Yemen’de farkına varılıp, Arabistan, Mısır, İstanbul yolunu takip ederek hayatımıza karışması hakikaten uzun bir maceradır. Büyük ihtimalle Hacca gidenler ilk defa kahvenin tadına baktılar. Sonra Mısır ve gemilerle İstanbul’a geldi. Hacca gidenler, Mısır’da bulunanlar kahvenin zevkine varınca yavaş yavaş İstanbul’a da kahve getirip içmeye başladılar.
Ancak Hem Arabistan’da hem Mısır’da kahve içenlere karşı tepkiler uyandığı için, aynı zamanda dini gerekçelerde muhalefet edenlerin çokluğu dolayısıyla kahve, İstanbul’da önce gizli gizli içiliyordu. Hatta Katip Çelebi’ye bakarsanız İstanbul limanına gelen kahve dolu bir gemi batırılıyor. Yani kahve ile birlikte gemi de batırılıyor. Bu bana pek mantıklı gelmiyor ama Katip Çelebi’de böyle bir rivayet var. Yani bu belki kahveler imha edilmiştir de gemi batırılmamıştır. Bu doğru olamaz. Bu kahveye karşı gösterilen tepkinin bir ifadesi olması bakımından önemli.
Soru: İlk çıktığında hem Avrupa’da hem bizim topraklarımızda kahveye bir direnç olmasının nedeni neydi?
Ayvazoğlu: Kahvenin içiş tarzı şarap içiş tarzına benzetiliyor. Ayrıca aşırı derecede yanık pişirilmesi dolayısıyla da dinen doğru kabul edilmiyor. Bu manada din adamlarının karşı çıkışı son derece önemlidir. Ayrıca "kahve" kelimesi daha önce klasik literatürde "şarap" anlamına gelir. Meclislerde şarap içenler gibi elden ele dolaştırılarak içilmesi, tadının acı olması vesaire gibi bir yığın gerekçe buluyorlar.
Ancak zamanla kahvenin yasak olduğunu düşünenler bile yavaş yavaş kahvenin tadına baktıktan sonra alışmaya başlıyorlar. Ama asıl manada kahvenin yaygınlaşması iki Arap’ın gelip Tahtakale’de 1500’lerin ortasında kahvehane açmalarıyla başlıyor. Tahtakale 16. yüzyılın ortalarından beri kahvehaneciliğin merkezidir.
İlk açılan kahvehaneler insanların rahatlıkla sosyalleşebildiği mekanlar olduğu için rağbet görüyor. Nerede sosyalleşirdi insanlar? Camilerde sosyalleşirlerdi, tekkelerde sosyalleşirlerdi ama oralarda hareket imkanı sınırlıdır. Dini mekanlar olduğu için her şeyi konuşamazsınız, gülemezsiniz, kavga edemezsiniz. Ancak kahvehaneye gittikleri zaman rahatlıkla konuşuyorlar, gülüyorlar, dedikodu yapıyorlar. Şairler şiirlerini okuyor, dama, tavla oynayanlar… Daha hür bir ortam. Dolayısıyla Kahvehaneler insanların rahatlıkla kendilerini hür bir biçimde ifade edebildikleri mekanlar olması bakımından çok kısa sürede çok rağbet gören mekanlar haline geliyor.
Soru: Devlet otoritesi kahve ve kahvehanelerden rahatsız mıydı?
Ayvazoğlu: Kahvenin siyasi bir hüviyeti de vardır. Çünkü bu mekanlar hür ortamlar, herkes istediğini söyleyebiliyor. Sadece günlük dedikodular yapılmıyor. Aynı zamanda devletin uygulamaları ile ilgili sohbetler de yapılıyor. Devletin nazarında "devlet sohbeti" tabiridir bu. Devletin uygulamalarının tenkit edildiği, yani muhalif bir söylemin geliştirildiği, dolayısıyla tehlikeli mekanlar olarak algılanıyor. Zaten uzun süre kahveden ziyade kahvehanelerde toplanıp insanların hür bir biçimde devleti, devlet adamlarını tenkit etmeleridir asıl yasağın sebebi. Bu uzun süre devam etmiştir.
Zaman içerisinde alışıyor insanlar. Devlet de alışmaya başlıyor. Hatta devletin protokolüne giriyor. Sarayda “kahvecibaşılık” diye üst düzey bir görevli var. Padişahın kahvesini hazırlayan, ona sunan kahvecibaşıdır. Sarayda çok yüksek bir makamdır bu. Kahvecibaşılıktan çok daha yüksek mevkilere yükselenler dahi var.
Evin ve tekkenin en önemli birimlerinden biri kahve ocağıdır. Misafirler geldiğinde önce kahve ocağında ağırlanır. Ev sahibine haber verilinceye kadar kahve ocağında -ocağın bulunduğu odada- misafirler ağırlanır, orada kahve servis edilir. Evin beyi yahut tekkenin şeyhi müsait olduğunda çağırırlar, huzuruna kahveocağında çıkarlar.
Kahvenin mistik bir tarihi vardır. Yemen’de çıkış sebebi de, uyku kaçırdığı için, geceleri uykuya yenilmeden rahat zikredebilmek için kahveyi kaynatıp suyunu içiyorlar. Kahve kelimesinin ebcet hesabıyla Allah’ın güzel isimlerinden biri olan "El-Kaviyy"in rakamları ile eşit olması kahveye dini manada, özellikle Sufilerin nazarında bir meşruiyet kazandırıyor.
Kahve Avrupa’ya İstanbul’dan gidiyor. Dolayısıyla "Türk içeceği" olarak kabul ediliyor. Kahve içmek bir bakıma Türk kimliğini ifade etmek anlamına geliyor. Bütün seyyahlar zaten kahveden mutlaka söz ederler. İlk tattıklarında hoşlarına gitmez kahve. Acı gelir tabi. Çünkü eski pişirme usulü şimdiki gibi değil, kaynatılarak içilen acı kahvedir. Kahvenin tadı acı gelince bu tattan fazla hoşlanmayanların ağzı tatlansın diye yanına lokum koyarlar. Bugün hala Bosna’da kahve içerseniz muhakkak yanında suyu, lokumu sade kahve ve kulpsuz fincanlarda gelir.
Soru: Sultan’ın kahvesi nasıl hazırlanıyordu?
Ayvazoğlu: Sarayda başlı başına bir ritüeldir. Stili, güğümü, fincanların şekli, kahve tepsisi, örtüsü, onun ikram ediliş tarzı, sunuş tarzı, fincanı tutuş tarzı bile farklıdır. Konaklarda da öyledir. Ancak gülük hayat daha pratiktir tabii.
Bu kahvehanelerin aynı zamanda ilk başladığı zamanlarda entelektüel mekanlar olduğunu unutmamak lazım. Mesela mazul veya emekli şeyhülislamlar, kazaskerler, müderrisler, şairler, tarihçiler, bunların devam ettikleri, birbirleri ile sohbet ettikleri, yazdıkları eserleri birbirlerine sundukları okudukları mekanlar, bunlar minyatürlere de yansımıştır. Zaman içerisinde çeşitlenecektir kahveler.
Soru: Müslümanlar içtiği için “kafir içeceği” addedilen kahve şu an Avrupa’dan Doğu’ya tekrar pazarlanıyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ayvazoğlu: Avrupa’ya ilk gidişinde kahve tepki ile karşılandı. İstanbul'dan Osmanlı coğrafyasından gelmesi, Osmanlı ile Batı’nın yaşadığı problemler, düşmanlık buradan giden her şeye karşı öfkeye yol açıyordu. Bu nedenle Türk içeceği addedilen kahvenin de tepki görmesi kaçınılmazdı. Bizdeki tepki gibi oradaki tepki de zaman içerisinde dindi. Kahveyi çok sevdikleri gibi onu çeşitlendirdiler de. Viyana’da ilk açılan kafe hala duruyor. Bizde Şamlı Şems’in Tahtakale’de açtığı kahvehane durmuyor maalesef. “Kafe” Türkçeden bozma bir kelimedir.
Soru: Kahve ne zaman ve neden gözden düşüyor da Türkler çaya geçiyor?
Ayvazoğlu: Sabahları kahve tiryakileri kahve içmek istiyorlar, aç karnına kahve dokunabilir. Dolayısıyla kahve içebilmek için mutlaka bir şeyler yemek ihtiyacını hissediyorlar. Eskilerin tabiriyle sabah taamına, "kahve altı" diyorlar. Kahvaltı oradan geliyor. Uzun süre kahve içmişlerdir. Ta ki kahve kıtlıkları başlayıncaya kadar. Özellikle büyük savaşlar, Birinci Dünya Harbi, daha sonra İkinci Dünya harbi yıllarında çok ciddi kahve kıtlıkları oldu. Nohuttan kahve yaptılar. Çeşitli tohumlardan kavurarak kahve gibi pişirdiler. Ama asıl tiryakiler hiçbir zaman bunları içmezlerdi. Zaten nohut kahvesi içenlere küçümsemek için “nohudi meşrep” derlerdi. Dolayısıyla çaya başladılar.
19. yüzyılda özellikle Acemler -Azeriler aslında- Şehzadebaşı’nda çayhaneler açtılar. Çay da yavaş yavaş hayatımıza girdi. Kahve de bulamayınca sabahları insanlar “kahve altı” olarak, yedikten sonra çayla kahvenin yarattığı boşluğu doldurmaya çalıştılar. Kahve çok nadir bulunan pahalı bir içecek olduğu için özel törenlerin içeceği haline geldi. Mesela kız isteme törenleri, misafir geldiği zaman kahve ikram edilir.
Soru: Türk Kahvesi, kahve zincirlerine yenildi mi?
Ayvazoğlu: Hayır, yenilmedi. Kahve pişirmek ustalık ister. Bir kaçırdığınız zaman köpük gitti mi olmaz. Köpük çok önemlidir, kahve falına bakabilmek için köpük olması lazım. Köpüğünü kaçırmamanız lazım. Dolayısıyla ocak başında mangal başında dikkatli bir şekilde pişirmeniz gerekir. Son dönemde üretilen makineler güzel pişiriyor köpüğü, tadı kıvamında.
Makine de ihraç edilebilir bir ürün haline geldi. Mesela Ahmet Mithat Efendi bir yasında şikâyet eder. Avrupalıların kendi içeceklerini pekâlâ pazarlayabildiklerini söyler ama biz kahveyi nasıl pazarlayacağız? O sadece pişirilir ve içilir. Hakikaten pazarlama imkânı yoktu. Çekirdeği de pazarlayamazsınız çünkü biz onu da dışarıda alıyorduk. Yemen'den alamaz olunca daha sonra Brezilya’da vesaire iklimi uygun yerlerde yetiştirilmeye başlandı.
Soru: Türk kahvesini Türk kahvesi yapan şey nedir?
Ayvazoğlu: Her damak zevki aynı değildir. Yani bizim damak zevkimiz zaman başarısında özellikle Tahtakale'de gelişen bir zevktir. Çekirdeği kavurma süresinden, pişirme tarzına kadar her şey önemlidir. Bize has kahve kavurma ve pişirme usulü zaman içerisinde gelişmiştir. Yani bizim damak tadımıza uygun kahve pişirme tarzı oluşmuştur zaman içerisinde... Onun dışındaki kahvelerden pek fazla zevk alamayız. Gerçi şimdi artık kahve çeşitleri çoğaldı. Türk kahvesine başka kahveleri tercih edenler var ama hala asıl zevk erbabı, kahvenin asıl özünün Türk kahvesinde olduğunu diğer kahvelerin bir bakıma kahvenin suyunun suyu olduğunu bilirler ve Türk kahvesi içerler. Tadını bilenler, keyfini sürebilenler Türk kahvesini tercih ederler.
Türk kahvesinin pişirilmesi cezveden fincana aktarılması, öncesinde su içilmesi de önemlidir. Fransızlar suyu kahve içtikten sonra içerler. Türkler ise kahve içmeden önce su içerler. Neden? Ağzımızda, önce yediğiniz şeylerden kalan tadı gidermek, kahvenin tadını daha iyi alabilmek için kahveden önce su içer Türkler. Hatta Araplar arasında Arap gibi dolaşan mükemmel Arapça bilen bir müsteşrik, casus, bir Arap şeyhine misafir oluyor... Kahve ikram ediliyor kendisine. Adam kahveyi içtikten sonra suyu içince, şeyh efendi "Siz hangi Avrupa memleketinden geldiniz?" diyor. Adam hayretle "Nereden anladınız?" diye karşılık verince, şeyh efendi "Suyu kahveden sonra içtiniz" diyor. Yani suyun ne zaman içileceği dahi kimliği belirleyen bir şeydir. Yani kendine has töreni olan, ritüelleri olan, hayatımızı bu manada zenginleştiren ve renk katan bir içecektir kahve.
Soru: Toplumsal hayatta kahvehanelerin yeri ve önemi neydi?
Ayvazoğlu: Bir sosyalleşme mekanı; insanların rahatlıkla konuşabildikleri yerler kahvehaneler. Yani diğer sosyalleşme mekanlarına göre daha rahat insanların hareket edebildikleri, yiyip içebilecekleri yerler kahvehaneler. Camide yiyip içemezsiniz, tekkede de öyle. Oysa kahvehane rahat hareket edilir, rahat konuşulduğu için insanların çok rağbet ettiği mekanlar haline geliyor. Dolayısıyla kamuoyunun da oluşturulduğu yerler kahvehaneler. İnsanlar oturuyorlar icabında siyasi partilerle ilgili görüşlerini anlatıyorlar. Devlet yönetimi vesaire konuşuyorlar.
"Kahvehane filozofu" diye bir tabir bile vardır. Kahvehanelerde böyle felsefeler yapılır. Büyük büyük fikirler ortaya atılır. Herkes rahatlıkla düşüncelerini açıklar. Bazen da yani sözü dinlenir insanlar orada insanlara bir şeyler anlatırlar. Yani bir çeşit mekteptir. Kahveler çeşit çeşittir. Bir entelektüellerin devam ettiği kahveler vardır bir de meslek erbabının toplandığı kahveler vardır. Mesela faytoncular bir kahvede toplanırlar. Duvarcı ustaları başka bir kahvede toplanırlar. Yeniçerilerin kahveleri vardır. Buralar aynı zamanda dayanışma, haberleşme yerleridir. Bir meslek erbabına ihtiyacınız olduğu zaman onların nerede toplandıklarını bilirsiniz. Gidersiniz oradan aradığınız elemanı bulursunuz. Bu manada da küçük birer meslek odası gibi çalışan mekanlardır kahvehaneler.
Üniversitelerin civarında kurulan; Bab-ı Ali'de, basının merkezi olan bölgede, Divanyolu'nda Sultanahmet'te faaliyet gösteren kahvehaneler vardır. Buralara kimler devam eder? Üniversite profesörleri, gazeteciler, şairler, yazarlar... Mesela İstanbul Üniversitesi'nin hemen yakınında ta 1960'a kadar faaliyet gösteren bir açık hava kahvesi Küllük vardı. Bu Küllük Kahvesi'nde dergiler bile çıkarmıştır. Yani dergi idarehanesi olarak bile kullanılmıştır Küllük kahvesi. Yahya Kemal'den, Ahmet Hamdi Tanpınar'a, Orhan Veli'den Nazım Hikmet'e kadar... Faruk Nafiz Çamlıbel'den Orhan Kemal'e kadar birçok şair-yazar gelip gidiyor. Asaf Ahmet Çelebi'nin Küllük kahvesinde masanın üzerine çıkıp şiirini okuduğunu düşünün... Böyle mekanlardı kahvehaneler.
Soru: Bir Akademi işlevi de gördükleri söylenebilir mi?
Ayvazoğlu: Hakikaten akademi gibidir oralar. Çünkü üniversitede konuşamadığınız şeyleri orada konuşursunuz daha rahat bir şekilde... Mesela üniversitede anlatamadığınız, anlatmayı sakıncalı bulduğunuz bir şeyi kahvehanede anlatabilirsiniz. Dolayısıyla kahvehaneler hakikaten ikinci üniversite gibidir. Tarık Buğra, üç ayrı fakülteye gidiyor üçünü de bitirmeden ayrılıyor. Fakat Küllük müdavimi kendisi. Tarık Buğra, "Benim asıl üniversitem Küllük'tü" diyor. Küllük kahvesinde devrin tanınmış üniversite hocalarıyla herkesle orada görüşmüş, tanışmış, tartışmış ve söyleşmiş... Bu manada hakikaten sadece günlük hayatımızda değil, entelektüel hayatımızda da kahvenin önemli bir yeri var. Hatta Hasan Ali Yücel'in akademi adını verdiği Sultanahmet'te bir kahve vardır.
Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir eserinde anlatır. Şimdiki Sağlık müzesinin karşısında Arif'in Kıraathanesi isminde bir kıraathane vardı. Mesela Mahalle Kahvesi şiirini yazarak kahvelerde şiddetle hücum eden Mehmed Akif bile Arif'in Kıraathanesi'ne uğrardı. Üsküdar'da bir Çiçekçi Kahvesi vardı. Devrin özellikle Üsküdar civarında yaşayan entelektüellerin devam ettiği kahvehane. Kültür hayatımızda son derece önemli yerleri olan kahvehaneler vardı. Beyazıt'ta Çarşıkapı'da Sarafim Kıraathanesi diye bir kıraathane vardı. Ahmet Resim'den Hüseyin Rahmi'ye ve Halit Ziya'ya kadar birçok isim hatıralarında bu kıraathaneden söz etmiştir.
Bu serafim merakı, devrin çıkan bütün gazetelerini biriktirmek... O gazete koleksiyonlarından faydalanmak isteyen aydınlar, yazar oraya gidiyorlar. Şimdiki gibi kütüphaneler henüz tam oturmuş, gazete koleksiyonlarının bulunduğu mekanlar, müesseseler değil. Dolayısıyla dönemin aydınları kahvehanelere gidiyorlar. Sarafim kıraathanesinde gazete koleksiyonlarını araştırarak, tarayarak makale yazıyor, kitap yazıyorlar... Bir dönem biliyorsunuz kıraathane adı verildi, kitaplar gazetelere falan konulmak suretiyle... Mahalle kahvesinin olumsuz atmosferinden kurtarmak istediler. Hakikaten mahalle kahveleri biraz salaş, kirli, bakımsız mekanlardı. Hala daha öyledir. Mehmed Akif, "Mahalle Kahvesi" manzumesinde şiddetle hücum eder ki çok insan o zaman karşıydı; bu manada. Mesela Mehmed Akif Berlin'de bir kahvehaneye gidiyor. Berlin Hatıraları'nda anlatıyor. Orada bir arkadaşı Akif'i bir kahvehaneye götürüyor; saray gibi ışıl ışıl aydınlatılmış, pırıl pırıl masalar, tertemiz garsonlar, tertemiz çay-kahve takımları ile ikramda bulunuluyor. Gazete koleksiyonları var masalarda, mecmualar var. Berlin Hatıraları'nda yere göğe koyamıyor Berlin kıraathanelerini Mehmed Akif. Neden? Çünkü temiz. İnsanların rahatlıkla sohbet edebilecekleri, sosyalleşebilecekleri, çay-kahve içebilecekleri, pasta yiyebilecekleri mekanlar... Bu nevi mekanlara zaten hiçbir akışı başında insan karşı değildi. Tembellik yuvası olan, sadece dedikodu edilen, şakır şukur tavla, domino, iskambil falan oynana kahvelere sadece Mehmet Akif değil devrin birçok entelektüeli karşıydı.
Soru: Günümüzde bu kahvehanelerin yerini ne aldı?
Ayvazoğlu: Günümüzde kahvehanelerin, kıraathanelerin yerini kafeler aldı. Sadece İstanbul'da değil Anadolu'nun her yerinde o kadar çok kafe var ki... Kafelerde Türk kahvesinden ziyade o Amerikan tarzı kahveler içiliyor. Sosyalleşme misyonu devam ediyor. Fakat az önce sözünü ettiğim Küllük Kahvesi gibi mesela Yahya Kemal'in arkadaşlarının Dergâh mecmuasını çıkardığı İkbal Kıraathanesi gibi Orhan Kemal'in romanlarını yazdığı Meserret Kıraathanesi gibi yerler artık yok. Bir ara pastaneler onların yerine geçti. İstiklal Caddesi'nde Le-Bon gibi kafe, pastane karışımı mekanlar vardı. Zannediyorum orada Avrupai manada kahveler vardı. İstanbul tarafında zaman içerisinde son entelektüellerin devam ettiği kıraathane Marmara Kıraathanesi idi. Tam Beyazıt'ta, üniversitenin tam karşısında, çok ciddi önemli sohbetlerin yapıldığı, Erol Güngör'den Sezai Karakoç'una kadar devrin tanınmış şairlerinin, yazarlarının, tarihçilerinin devam ettiklerini bir mekandı. Son entelektüel kıraathane orasıydı.
Bugün ise şu şairle, şu yazarla, şu ilim adamıyla karışılabileceği bir mekân yok. Kafelere de uğradığım yok doğrusunu söylemek gerekirse, bana artık hitap etmiyor oralar. Ben, Marmara Kıraathanesi'ni tanıdım son olarak bu manada. Gerçi İstanbul’da mesela Sinan Paşa Medresesi bir ara öyle bir hüviyet kazanmaya başlamıştı. Bir de Çorlulu Ali Paşa Medresesi. Bir nargile kahvesi vardı orada... Özellikle genç şair ve yazarların devam ettiği mekandı. Fakat zaman içerisinde dağılıyor, eski hüviyetini kaybediyor, fonksiyonunu kaybediyor, yok oluyor. Artık insanlar gitmez oluyorlar veya birileri dadanmaya başlıyor ve tadı kaçıyor.
Eski Küllük Kahvesi gibi Marmara Kıraathanesi gibi Şehzadebaşı'ndaki Fevziye Kıraathanesi, Çarşıkapı'daki İkbal Kıraathanesi, Ankara Caddesi'ndeki yani Bab-ı Ali Yokuşu'ndaki Meserret Kıraathanesi gibi merkezi, çok rağbet gören okur-yazar takımının devam ettiği kahve ben bilmiyorum. Belki vardır ama ben bilmiyorum. İstanbul devasa bir şehir. Eskiden Dersaadet'in kalbi Beyazıt'tı. Dolaysıyla Beyazıt civarı, Divanyolu, Sultanahmet, Bab-ı Ali, Cağaloğlu ve Aksaray'dı kalbi İstanbul'un. Artık, İstanbul o kadar büyüdü ki.
Soru: Kahve içki, kahvehaneler de meyhanelere nispetle daha mı "meşru" görülürdü?
Ayvazoğlu: Meyhaneler de sosyalleşme mekanlarıydı ama tabi alkol tüketildiği için zararlı mekanlardı. Buna karşı olanlar bu manada sosyalleşmek ihtiyacı hissettikleri için kahvehaneleri, meyhanelere tercih ederlerdi. Daha doğrusu gidemedikleri meyhanelere bir alternatif olarak ilgi duydular, oraları bu şekilde meşrulaştırdılar. Ancak bu kahvehane açılınca meyhane sona erdi anlamına gelmiyor. Hayatımızın bir parçası olarak devam ediyor. Oraya ihtiyaç duyanlar da oraya gidiyorlar. Ama kahvehane, en azından meyhaneye gidemeyenler için sosyalleşmek için eski tabirle ilticagâh oldu, sığınma oldu.
Reşat Nuri Güntekin, Yaprak Dökümü'nde çok iyi anlatır. Yaprak Dökümü'nün kahramanı Ali Rıza Bey, aynen Mehmet Akif gibi şiddetle kahveye ve kahvehanelere çok karşıdır. Mutasarrıflık yapmış bir devlet adamı falan, "Elimden gelse hepsini yıkarım" diyor. Fakat zaman içerisinde ailevi problemler, emeklilik, derken sokağa çıkıyor. Ne yapacak geziyor, bakıyor. Sonunda bir kahvehaneye rastlıyor Üsküdar tarafında. Orada kendisi gibi böyle evine gidemeyen, ne yapacağını şaşırmış insanlar için bir sığınma yeri haline geldiğini fark ediyor. Sonra oralara devam etmeye başlıyor.
Dolayısı bu manada ihtiyacı olan insanların da bu ihtiyacını karşılayan mekanlar olması bakımından kahvehaneler son derece önemli sosyal fonksiyon icra ediyor. Kahvehane müdafaası yapmak istemiyorum ama işin gerçeği bu. Ali Rıza Bey gibi gidip orada kendisi gibi akranlarıyla kendisi gibi emeklilerle oturup sohbet etmek, kahvesini içerken gazetesini, kitabını okumak fırsatını yakalıyor insanlar. Böyle bir fonksiyonları da var kahvehanelerin.
Soru: Edebiyatçılarımız arasında kimler kahveyi kimler çayı tercih ederdi?
Ayvazoğlu: Kesin tespitini yapmak çok zor ama kahveyi sevmeyen çok az benim görebildiğim kadarıyla. Mesela Yahya Kemal çayı tercih eder. Hiçbir şiirinde kahveye yer verdiğini görmedim ben. Bir dizesinde ise şöyle diyor Yahya Kemal "Çini bir kâsede bir Çin çayı içmekteydi". Yani çay geçiriyor şiirinde ama kahve geçtiğini görmedim ben. Ahmet Haşim de öyledir. Hatta Ahmet Haşim çok özel çay demleyen, semaver ile özel çaylar bularak piyasadan, dostlarına çini kaselerde, çay ikram etmeyi seven bir şair.
Mesela Peyami Safa kahveci... Peyami Safa kahve içmedikçe zihni açılmayanlardan. Peyami Safa, Paris'e gidiyor. Orada kahve bulamıyor. Kahvesizlikten çıldıracağı sırada bulunduğu otele bir Türk Hanım geliyor. O da kahve tiryakisi. Yanında kahve varmış. Kahveden söz açılınca, "size bir kahve pişireyim" diyor. Peyami Safa, o kahveyi içinde hissettiklerini güzel bir pasajda aktarıyor. Beyninin kıvrımlarında, damarlarında o kahvenin nasıl dolaştığını ve zihninin nasıl açıldığını çok güzel anlatıyor o pasajda. Çok özlü bir şekilde kahveden alınan zevki, harikulade anlatır. Dolayısıyla çay tiryakisi aklıma Yahya Kemal ile Ahmet Haşim geliyor. Fakat şair ve yazarların hemen hepsi kahve tutkunudur.
Soru: Namık Kemal fikir ve ifade özgürlüğü konusunda Avrupa'ya özenenlere "Türklerin Hyde Parkéa ihtiyacı yoktur. Kahvehaneleri kafidir." diyor. İfade hürriyeti açısından kahvehaneler ne ifade ediyordu?
Ayvazoğlu: Sultan Abdülhamit devrinde entelektüeller fikirlerini rahat anlatamamaktan şikayetçiler. Namık Kemal'in dostları bir sohbet sırasında İngiltere'deki o meşhur herkesin istediğini rahatlıkla söylediği, söylediklerinden dolayı da takibata uğramadığı, bir mirastan söz ediliyor. Zaten Londra'yı falan bildikleri için hepsi Hyde Park nasıl bir yer biliyorlar. İşte bunun üzerine Namık Kemal, bizde de kahvehanelerin yani herkesin istediği şekilde konuştuğu, fikirlerini rahatlıkla ifade ettiği kahvehanelerin, İngiltere'deki Londra'daki Hyde Park yerine geçen, çok önemli mekanlar olduğunu ifade ediyor. Bu doğrudur. Hakikaten, çok sayıda kahve var. Her kahvede insanlar bir araya geliyorlar ve rahatlıkla konuşuyorlar. Devletin hepsini takip etme imkânı yok. Koltuk kahveleri bile var, koltuk meyhaneleri olduğu gibi... Kıyıda köşede açılmış herkesin bilmediği... Dolayısıyla hepsini kontrol etmek mümkün değil ama önemli, büyük kıraathaneler, büyük kahvehaneler vesaire belli dönemlerde hep devletin yakın takibinde olmuştur. Daima bir kulak vardır orada. Onun için insanlar kahvehanelerde bile konuşurken dikkat ederler. Artık günümüzde sosyal medya diye bir şey var. Orada herkes istediği şeyi söylüyor. Bugün kahvehanelerde, sokakta, sosyal medyada, her yerde yer şey rahatlıkla konuşulabiliyor. Eskisi gibi takip etmeniz de bunu engellemeniz de mümkün değil.